Cumhuriyet ile 100 yıl !
Bugün Cumhuriyetimizin 100. yılı. Kendimi bildim bileli içerisinde vücut bulduğum, her milli bayramda en önde sevinçle haykırdığım, defalarca okumama rağmen beni tekrardan okumaya iten o kutlu mücadelenin süregetirdiği bu olay 6 yaşında Cumhuriyet kelimesiyle yeni tanışmış bendenizde ilk günki gibi aynı etkiyi yaratıyor. Sadece bu sefer gelişi itibariyle bambaşka anlamlar ifade ediyor.Hoş 100 yılı devirmiş bu Cumhuriyet ilk günkinden elbette farklı olacaktı.Yeni bir çağda bambaşka yüzlere merhaba demenin, ilk karşılaştığı halktan başka bambaşka bir halkla karşılaşmanın ve nasıl karşılanacağının bilinmezliği içerisinde sıradan bir pazar günü görevini tamamlayacak ve seneye anılmak üzere görev yerine geri geçecekti.Tekrar sabahın erken saatlerinde öğrencileri ayağa dikecek, tatlı bir heyecanla Cumhuriyet şiirleri okutacak, Atatürk ve silah arkadaşları gurur ve coşkuyla anılacak, kırmızı bayraklı sokaklardan geçilip evlere dağılacak ve sonrasında kutlamış olmaktan başka değer vermediğimiz ve hiç bir yerde hüküm sürmeyen Cumhuriyet rafa kaldırılacaktı.Etkisini son birkaç yıldır daha çok hissettiğimiz bu sıradanlık artık gardıroplaşmış milliyetçilikten başka iş getirmeyecekti.Çünkü Cumhuriyet'i gösterişli mısralar arasında sıkıştırıp hiç bir kuruma entegre etmemiş ve öyle ki artık açık açık devletin kurumları ve bilhassa başındakiler tarafından kutlanmaya, anılmaya layık görmeyecek ve içimizdeki yegane Kuvayi Milliye ruhunu da tozlu tarih kitaplarımızın arasında unutacaktık. Bugün ve bugünlerin getirdiği kırgınlığı anlatmak ayrı bir yazıyı oluşturur elbet ama burada durmak istediğim asıl konu Cumhuriyet'i ve beraberinde devlet yönetim şekillerini hangi açıdan ele almalıyız ve onu kuranlar hangi emeller vadettiği için Cumhuriyet'i seçti.
İnsanlık tarihi boyunca halklar kendilerini bir şekilde bir arada tutan, yasa koyan veya kendi aralarında sözleşen hüküm ve yasaklarla organize bir şekilde yaşamayı başarabilmişlerdir. Farklı şekillerde tezahür eden bu ilkel ve günümüze yaklaştıkça da gördüğümüz farklı rejimler varlığını sürdürmüş ve devam ettirebilmiştir. Her birisi bir devinim halinde kendi tabiatında hüküm sürdü ve belki de bu zamana kadar peşinden gelen sürüyü dilediği gibi yönetti ve onlar yerine en iyisine karar verdi. Bütün bu adlandırmalar sistemsel rejim olarak ele alacağımız en formel haliyle: Demokrasi, Monarşi, Oligarşi, Teokrasi, Aristokrasi, Totaliter ve Diktatörlük rejimleri olarak karşımıza en çok çıkanlar. Türetilip farklı şekillerde de varolan bu yönetim biçimlerinden yola çıkacağız. Yakın diyebileceğimiz bir dönemde kendi tarihimizde de uzunca bir dönem tanık olduğumuz Monarşi namıdeğer Saltanata göz atalım. Türklerde de olduğu gibi tek bir kişinin yönetimde söz hakkı olduğu ve bütün ülke üzerinde nüfuz sağladığı bu sisteme gelen hükümdarın yeri önceden hazırdır. Ya çok eskiden olduğu gibi geldiği noktaya Tanrı tarafından seçilmiş olduğu için gelir ve soyunu devam ettirir veyahut zaten süregelen o soydan birisidir ve taht da hükümranlık da artık onun sırasıdır. Üzerinde yaşadığınız toprak, kendi mülkünüz, idame ettirdiğiniz iş, bakımını üstlendiğiniz ve asker olabilecek çocuklarınız hatta kendi başına bir yaşayan olarak siz bile sadece hükümdar buyruğu için varsınız ve gene sadece onun emri yeteriyle yok olursunuz. Kendi halk kesimimizin yine bu yüzden de kullandığı deyişle kula kul olmaktır olan. Bu her ne kadar günümüzde bu şekilde iğnelense dahi yüzyıllarca kullanılmış ve insanları mutlu edebilmeyi de başarmıştır. Bu noktada nasıl devam ettiğinden çok neden devam edemediğinden bahsedersek işi doğru yoldan götürürüz.
Söz konusu Cumhuriyet ve beraberinde tabii demokrasi ise alıntı alacağımız kişilerden birisi Montesquieu. Saltanat idaresinin yıkılmasını 3 nedene bağlar: Hükümdarın kuvvet ve kudretini göstermek için devlet işlerinin mevcut düzenini uygulayacak yerde bu işleri değiştirmeye kalkması ,bazı görevleri ehillerinden alıp keyfi bir şekilde şuna buna dağıtması en çok da devleti duygularıyla yönetmesiyle bu rejimin yıkılacağının ilk çözümlemesini verir. Bununla beraber her işi bizzat görmek isteyen hükümdarın devleti hükümet merkezinde, hükümet merkezini sarayında, sarayını da kendi kişiliğinde toplamaya kalkmasıdır. Son olarak ise hükümdarın kendi yetkisini, durumunu, halkın sevgisini yanlış anlamış olması, müstebit bir hükümdarın kendisini nasıl tehlikede sanması gerekirse, saltanat hükümetindeki hükümdarın da kendisini aynı şekilde emniyette hissetmesi gerektiğini iyice kavramış olmasıdır.[1] Yani buradan çıkarabileceğimiz en yegane durum hükümdarın soysuzlaşmasıyla birlikte liyakatsiz davranması ve zincirleme bir yıkıma yol açacak keyfi hükümranlığında ısrarcı olması devletin çökmesine beraberinde de yıkılmasına sebebiyet verir. Doğabilecek tehlikelerden birisi de hükümdarın bu çöküşe tanık olurken engel olamayacağını fark etmesi üstüne istibdat rejimi kurması, şiddete başvurması, halkı kutuplaştırması ve baskıya tabi tutmasıyla işlerin daha da sarpa sarmasıdır. Sonuç er ya da geç kesin bir yıkım ya da yok oluştan farksız bir varlık belirtisidir. Özel olarak bakacak olursak da en aşağılayıcı durum devletin çökmesiyle birlikte merkeziyetçi yapının halkı idame edememe beceriksizliğinden kaynaklanan bir karşıtlıkla hükümdarın bir soytarıdan farksız kalması ve son haliyle hatırlanacak olmasıdır. Her şeyden öte bugün ki duruma bakacak olursak da 21.yüzyılda bireyleşmiş insanlar karşısında bütün yetkiyi tek bir insanda tutmak ve bütünüyle teslimiyet artık doğru olmayacaktır. Buna rağmen çağdışı kalmış sistemde ısrarcı olanlara karşı söylenecek fazla söz yoktur. Bu açıdan davranışlarda sapmalar olsa dahi bu sistemin yetersizliğinin belki de geleneğin getirdiği bir önceye dönüş sayılabilir.
Benzer şekillerde Oligarşi ve Aristokrasi için çok daha iyisini söyleyemeyeceğiz. Bu konuya .J.J Rousseau farklı bir yerden yaklaşmıştı, ona göre bu yönetim biçimlerince halkla hükümet arasındaki uzaklığın arttığı ölçüde vergilerin daha da ağırlaşacağı bundan ötürü halkın en az Cumhuriyet'in yönetim biçimi olan demokraside en hafif vergi yükünü taşırken aristokraside daha ağır monarşide ise en ağır yükü taşıyacağını söylemişti.[2] Dolayısıyla halk zor durumda kalacaktı. Bundan mütevellit de monarşi yalnız çok varlıklı uluslara, aristokrasi varlık ve büyükçe orta halli devletlere, demokrasi de küçük ve yoksul devletlere elverişliydi.[3] Bir başka yönden ise, özgür devletlerde her şey ortak yarara harcanır. Monarşi ile yönetilen devletlerde ise, kamu gücü ile kişilerin gücü birbirini karşılıklı olarak etkiler; birinin güçsüzlüğü, öbürünün güçlüğünü artırır[4].Birazdan değineceğim zorbalık yönetiminde ise, uyrukları mutlu etmek amacıyla yönetecek yerde, yönetmek amacıyla yoksul duruma sokacağını söyler. Tabi bu söylediklerine dayanak olarak da her yönetim şeklinin farklı olmasıyla onlara uygun farklı halkın olduğundan da bahseder Rousseau. Bu durum kendi tarihimizde halkımızın yönlendirilmesi ve olgunlaşmasıyla da bizde de farklı şekillerde vuku bulur. Burada daha çok üstünde durulması gereken konu yukarıda bu sözünü geçirdiğim istibdat rejimleri. Farklı şekillerde tezahür eden totaliter, faşizan, gücünü baskı ve tek seslilikten alan bu rejim belki de birçok farklı durumdan okları yine kendisine yönlendirmekte ve son varış noktası olarak anılmaktadır. Çünkü saltanat idaresinin bozulması halinde oluşabilecek tehlikeden birisinin bu baskı rejimi olduğunu biraz yukarıda söylemiştim.
Charlemagne imparatorluğunu kurar kurmaz bölmek zorunda kaldı; ya valiler itaat edemediler, ya da daha iyi itaat etmelerini sağlamak için imparatorluğu birkaç krallıklara bölmek gerekti. İskender ölünce arkasından imparatorluğu bölündü. Attilla'nın ölümünden sonra imparatorluğu dağıldı: onun idaresinden memnun olmayan bunca kral yeniden zincire bağlanmaya rıza gösteremezdi dolayısıyla bu gibi durumlarda, dağılmayı önleyecek tek çare sınırsız yetkinin derhal yerleşmesidir: bu da yine, genişlemeden sonra başka bir felaket sayılır. Irmaklar akar akar, sonunda denize dökülüp karışırlar: saltanat idareleri de tıpkı bunun gibi istibdadın içinde kaybolurlar.[5] Ki zamanla bakmışsınız ki burada tabiri yapılan ırmağın içerisine sadece bir sistem değil bir halk da gömülür. Sadece saltanat değil anlamı anlaşılmayan demokrasiler de aynı şekilde istibdat rejimiyle baş başa kalır. Nitekim o zamana kadar demokrasi sadece oy kullanmak ve bir şekilde halkın anlaması ya da anlamaması söz konusu dahi olmadan yapılan çeşitli referandumlarla gerçekleştiği sanılır. Oysa halk egemen ve özgür değildir. Kurulan bu kurguda insanlar demokratik bir ülkede kendilerini söz sahibi sanarlar. Gün geçtikçe sınırlar daralır, yapma hakkınızın olduğu en ufak şey bile güç merkezi tarafınca olmadığı için yurttaş sayılmazsınız ya da bunu yapamayacak duruma getirildiniz halde bu kurgunun en doğru ve demokratik oluşuna inandırılırsınız. Suçlu sizsinizdir çünkü baskı halinde insanları bir arada bir ilkede toplayan bu sistem sürüden ayrılan birisini yakalamıştır. Genel itibariyle bir devlet sıraladığımız hangi yönetim şekliyle yönetilirse yönetilsin bazı dönemlerinde sert bir kayaya çarpar. Hekimlerin verem için söyledikleri burada da geçerlidir: Başlangıçta bu hastalığı iyileştirmek kolay ama teşhis etmek zordur, zaman geçtikçe başlangıçta teşhis ve tedavi edilemediği için hastalığı teşhis etmek kolaylaşır ama iyileştirmek zorlaşır. Devlet işlerinde de aynısı olur: Devlette ortaya çıkan hastalıklar önceden görüldüklerinde (bunu ancak uzak görüşlü birisi yapabilir) çabuk iyileştirilirler ama bu hastalıkların görülmemesi ve herkesin görebileceği şekilde büyümelerine izin verilmesi durumunda artık herhangi bir tedavi söz konusu olmaz.[6]
Toparlayacak olursak saltanat, oligarşi, aristokrasi ve istibdat rejimleri en belirgin özellikleriyle bir hükümranın söz sahibi olmasıyla, sadece ayrıcalıklı bir grubun söz sahibi olmasıyla; ki burada fazla değinmedik bu kısımdan ama bizim için daha eleyici kısmın saltanat ve istibdat rejimleri olduğu kanısındayım, belirli bir üst grubun kendi çıkarları ve sesleri dahilince bir yönetimle veyahut bir diktatörün korku rejimiyle kurulan ülkeler bugün geldiğimiz noktada bizim için kabul edilemezdir.
Asli olan Cumhuriyet ve onun tezahür etmesiyle demokrasidir. İdare yetkisinin tüm milletin elinde olmasına, milletlerin kendi geleceklerinden kendi hür iradeleriyle yaptığı seçimler sonucunda sorumlu olmasına denir. Demokraside millet bazı bakımdan hükümdar, bazı bakımdan tebaa durumundadır.[7] Çünkü aynı zamanda kendisi birinci kişi olarak karar verme yetkisiyle birlikte yine bu yetkiyi kullanarak kendisinin karar vermediği alanlarda onun için karar verecek yetkilileri, vekilleri seçer ve onlara da bir bakıma uymuş olur. Şu halde oy kullanma hakkını veren kanunlar, bu hükümette temel kanunlardır. Gerçekten de öyle, saltanat idaresinde hükümdarın kim olduğunu ,nasıl idare etmesi gerektiğini bilmek ne kadar önemli ise, burada da oyların neye dayanılarak kimler tarafından ne şekilde kime verileceğini düzenlemek de o kadar önemlidir.[8]
Cumhuriyet ve onun işlenmesiyle demokrasinin genelgeçer tabiriyle ne olduğu her yerden okunup anlaşılabilecek niteliktedir. Önemli olan Cumhuriyet'in pratiğe dönüşmüş halinin yararlılığıdır. Çünkü tam halli bir demokrasi ile daha önce sözüm ona demokrasinin aynı sistemler olmadığı açıktır. Erıch Fromm'un sözünü ettiği gibi "Her türden yetkeci dizgeye karşı zafer kazanmak, yalnızca demokrasinin geri adım atmamasıyla değil, atılımda bulunması ve son yüzyıllar boyunca özgürlük için savaşan insanların kafalarında bulunan amaçları gerçekleştirmesiyle mümkün olur."[9] Demokrasi durağan değildir, halk sayesinde ve onun atılımlarıyla meydana gelen bu sistem halktan bir hareketlilik bekler. Kendi iradesiyle kendi geleceğini yönlendiren halk yeri geldiğinde tehlikeye düşen iradesinin getirdiklerini def etmeyi bilmelidir. Demokrasinin içi doldurulmalı ve halk ona edilen her bir müdahaleyi kendi fikrine, özgürlüğüne edilmiş saymalı ve buna karşı koymayı bilmelidir. Durağan olmayan demokrasi fertleri sayesinde tutucu da olmamalı ve kötü gidişattan vazgeçecek ve buna dur diyecek yetkiyi hem hükümdar hem de teba sıfatını taşımasına sebep olan bu sistem için yapmayı kendine görev bilecektir. Ancak bu şekilde tamamen kendi istediğimiz için kendimizi yönetir duruma gelir ve olabilecek her zararlı durumdan önce birey olarak sonra da bir halkı oluşturan bireyler olduğumuz için halk olarak devamlılığımızı sağlar ve herhangi bir üste ihtiyaç durmayız. Bir hükümdara, soylu bir sınıfa ya da beni korkutarak dize getirecek bir kişiye ihtiyaç duymamak sadece bir devletin yönetim şeklini belirlemez seçme,s seçilme hakkım kadar beni de özgür ve baş kılar.
İşte şimdi sıranın bize geldiğini haklı bir gururla yazıyorum. Hakimiyet, bila kayd-ü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müsteniddir. Türkiye Devleti'nin şekl-i hükümeti Cumhuriyettir." sözleriyle 29 Ekim 1923'te ilan edilen Cumhuriyet bizim için pahabiçilmez anlamlar ifade etmeye her geçen gün 100.yılına ve 100.yılının ardından ilalebet devam edecektir. Bunca sistemden bahsettikten sonra gelelim şeyh ve dervişlerden, bir işe yaramayan ve olanlar karşısında dilini yutmuş padişah ve dönemin yetkili paşalarından, bizi hiçe sayan manda ve dünya devletlerinden, içte ve dışta her türlü mücadele ettiğimiz düşmanlara karşılık yok sayıldıkça daha çok varolmamıza sebep olan o kutlu mücadelenin baş kahramanı Cumhuriyet'imizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün Cumhuriyet hakkındaki görüşlerine.
"Demokrasinin, bütün manasiyle, ideali, milletin heyeti umumiyesinin, aynı zamanda, idare eden vaziyette bulunabilmesini, hiç olmazsa, devletin son iradesini, yalnız milletin ifade ve izhar etmesini ister. Maatteessüf ,milletlerin, kesreti nüfusu, fikri terbiye dereceleri, idealin tatbikinde; büsbütün idealden mahrumiyeti mucip olabilecek ihtiyatsızlıklardan içtinabı muciptir. Binaenaleyh, demokrasi prensibinin en asri ve mantıki tatbikini temin eden hükümet şekli, Cumhuriyettir. Atatürk bir Cumhuriyet kurmasına karşın diğer yönetim şekilleri karşısında da duruşunu belirtmiş ve fikrini her daim söylemekten geri durmamıştır.[10]
Bu konular hakkında da Medeni Bilgiler'de şöyle yazar:
Demokrasi esası, bugün asrı teşkilatı esasiyenin umumi farikası gibi görünmektedir. Hükümdarlık ve Oligarşi, artık zamanı geçmiş arızı şekillerden başka bir mahiyette telakki edilemezler. Gerçi, henüz başlarında hükümdarlar bulunan devletler vardır. Fakat bunların hemen hepsi, demokrasi prensibini kabul etmektedir. Artık hakimiyetin sahibi olduğunu idda cesaretinde bulunabilecek hükümdar enderdir.[11]
Başlarında hala, Allah'ın vekili,gölgesi sıfatını muhafaza etmekte bulunan hükümdarlar bulundurmakla beraber,hakimiyetini kazanmış milletler olduğundan bahsetmiştik.Filahakika, bu milletlerin mensup oldukları devletler,milletin intihap ettiği vekillerin teşkil ettikleri meclislere maliktir.Milletin hakimiyetini bu meclisler temsil eder,hükümdar devleti temsil eder.Hükümet teşkil eden vatandaş,nazari olarak hükümdar tarafından intihap olunur.Fakat, hakikatte,hükümet reisi, milletin itimat ettiği kuvvetli,siyasi fırkaların liderleridir;bunların teşkil ettikleri hükümetler,millet ve memleketi idare ederler ve meclise karşı mes'uldürler.Bu izah ettiğimiz hükümetler temsilidirler, ve demokrasi prensibi caridir.Fakat,bunlar tam manasiyle demokrat hükümetler değildir.
Devletlerin şekilleri yekdiğerine nazaran,bazı farklarla çok değişir.Bununla beraber cümlesi devlet bahsinde mütalea ettiğimiz şekillere icra olunabilir.Hükümdarlık,oligarşi,halk cumhuriyeti.Kendine hususi bir din izafe eden (teokratik) devlet de vardır.Rus Çarlığı ile Osmanlı Saltanatı böyle idiler.Çar kilisenin reisi,sultanlar da halife unvanı takınmışlardı.Kezalik dini siyasetten ayırmış laik hükümetler vardır: Amerika,Fransa,Türkiye Cumhuriyetleri gibi.
Hükümdarlıklarda ve salahiyetinin Allah'tan geldiğini ve yalnız ona karşı, ahirette, hesap verebileceğini farz eden ve devleti, memleketi mevrus bir malikane kabul eyleyen bir hükümdar, her türlü kayıttan kendini vareste görür. Böyle bir idarede, milletin benliği hürriyeti mevzubahs dahi olamaz. Binaenaleyh, salahiyeti mahdut dahi olsa hükümdarlık şekli demokrasiye, hakimiyeti milliye prensibine mutabık değildir. Hükümetin, mahdut insanların, sınıfların, elinde bulunması dahi millet mevcudiyetinin asla kabul edemeyeceği bir keyfiyettir. Bütün milletin ekseriyetle ,devlet idaresine iştirakine mani olan bu "oligarşi" usulü de bir zümrenin, kendi menfaatlerini temin için umum millete ait hakimiyeti, gaspından başka bir şey değildir.[12]
Atatürk kendi ifadelerinde sadece Cumhuriyet’i açıklama yoluna gitmemiş dine dayalı devlet yönetiminin,oligarşinin ne anlama geldiğinden çokça söz etmiştir. Yıkılmış bir imparatorluğun, çok sıkıntılar çekerek alınmış özgürlüğün ve geriye yüzlerce ölüyle kalan az kişinin duruma bakacak olursak bu lider bir Cumhuriyet kurmayabilir ve kendisini bir kurtarıcı olarak her şeyin sahibi ilan edebilirdi fakat öyle olmadı. Nitekim her daim "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" diyen bir kurtarcının emeliyle bugünlere varmış bulunmaktayız. Kendisi açık bir ifadeyle demokrasiyi anlatmış ve önemini her daim arz etmiştir.Başka bir bölümde bunu belki de şu an en açık okuyacağınız şekliyle demokrasiyi bir kez daha şöyle açıklamıştır:
Demokrasi prensibi: Hakimiyeti istimal eden vasıta ne olursa olsun, esas olarak,milletin hakimiyete sahip olmasını ve sahip kalmasını icap ettirir.Demokrasi esas itibariyle siyasi mahiyettedir.Demokrasi, bir içtimai muavenet veya bir iktisadi teşkilat sistemi değildir.Demokrasi maddi refah meselesi de değildir.Böyle bir nazariye vatandaşların, siyasi hürriyet ihtiyacını uyutmayı istihdaf eder.Bizim bildiğimiz demokrasi, bilhassa siyasidir;onun hedefi, milletin idare edenler üzerindeki murakabesi sayesinde, siyasi hürriyeti temin etmektir.Demokrasinin birinci hassasiyle müşterek ikinci bir hassası daha vardır. O da şudur: Demokrasi, fikridir; bir kafa meselesidir.Her halde, bir mide meselesi değildir.Hükümet prensibi de, bir adalet muhabbetini ve ahlak fikrini icap ettirir.Demokrasi, memleket aşkıdır, aynı zamanda babalık ve analıktır.Demokrasi, esasında ferdidir; bu vasıf vatandaşın hakimiyete, insan sıfatiyle, iştirak eylemesiyledir.En nihayet, demokrasi, müsavatperverdir; bu vasıf demokrasinin, ferdi olması vasfının zaruri bir neticesidir.Şüphesiz bütün fertler aynı siyasi hakları haiz olmaktadırlar."Demokrasinin bu ferdi ve müsavetperver vasıflarından, umumi ve müsavi rey prensibi çıkar.[13]
Cumhuriyet, son asılarda büyük medeni milletlerin hesapsız ıstırap ve kandan sonra vardıkları en sağlam devlet şeklidir. Cumhuriyet, son dört yüz senelik idareler içinde beşeriyetin çırpına çırpına bulduğu son çaredir. Cumhuriyet, baştanbaşa dahili ve harici düşmanlar elinde esir kalmış Türk vatanını kurtarmış ve milletin hayat, istiklal ve namusunu temin etmiş tecrübe edilmiş bir halk idaresidir. Cumhuriyet, Türk milletinin halde ve istikbalde iyiliğini, umranını, selametini koruyacak başlıca vasıtadır.[14] Buradaki uzun bölümde ayrıca Medeni Bilgiler'i feyz almam her bir Türk ferdi için ehemmiyetli bir husustur. Dilekolay Ata'nın bizden istediği Cumhuriyet'i sadece okumak değil onu anlamak ve uygulamaktır. Ancak ve ancak anlayarak benimser ve elimizdekinin kıymetini nice yüzyıllar müdafaa ederiz.
Her geçen bayram daha görkemli, daha coşkulu, gölge düşürmeye, yok saymaya çalışanlara inat daha gür sesle Cumhuriyet'i haykırmaya ve savunmaya devam edeceğimizden şüphe duyulmamalıdır. Bize fırsat biçilen her devrimin bekçisi olmaya bu 100 yıl ve gelecek her 100 yıl için devam edeceğiz. Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının anısını ve ruhlarını sadece sözlerimizle değil, duruşumuzla ve yaptıklarımızla da yaşatacağız. Her bir Türk ferdinin Türkiye Cumhuriyet'inin asli bayramı olan Cumhuriyet Bayramı kutlu ve var olsun.
En büyük bayramdır.
Dipnotlar:
- [1] Montesquieu- Kanunların Ruhu Üzerine Cilt-1 S.185 (100) Kitapta bu kısımda bir not var ki: Bu parçayı yorumlayanlar, bu sözlerde, merkeziyetçi bir politika güden 14. Louis ile ondan sonra gelenlerin bir tenkidini bulmuşlardır.
- [2] + [3] + [4] J.J Rousseau- Toplum Sözleşmesi Bölüm 8 S.75
- [5] Montesquieu- Kanunların Ruhu Üzerine Cilt-1 S.195 Konu 17 ( Saltanat idaresinin başlıca nitelikleri)
- [6] Nıccolo Machıavellı- Prens S.45-46 + kitapta bu yer için ek olarak Papa 6. Alexander'ın 1503 Ağustosunda aniden ölmesinden yola çıkılarak söylenmiş sadece bu bakımdan konumuzdan bağımsız durabilir bu dipnot, pek gerekli değil sadece anlatılmak istenene odaklanılmalı.
- [7] + [8] Montesquieu- Kanunların Ruhu Üzerine Cilt-1 S.58
- [9] Erıch Fromm-Özgürlükten Kaçış, Faşizm, Demokrasi ve Özgürlük Üzerine S.280
- [10]+ [12] A.Afet İnan- Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk'ün El Yazıları S.32-3
- [11] A.Afet İnan- Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk'ün El Yazıları S.29
- [13]A.Afet İnan- Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk'ün El Yazıları S.31
- [14]A.Afet İnan- Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk'ün El Yazıları S39
Yorumlar
Yorum Gönder